4 Temmuz 2011 Pazartesi

Bir fotoğrafın hatırlattıkları


Bir sabah arkadaşım bir fotoğraf göndermiş e-maille, bir de “bişeyler hatırlattı mı?” yazmış. Hatırlatmaz olur mu!... Fotoğrafta bir mağaracı sağanak gibi bir yağmurun altında iniş yapıyor, her tarafından akan sular çizmelerinden süzülerek dökülüyor. Neredeyse iki sene olmuş: Ağustos 2004, İzmir, Ödemiş, Subatan Yaylası. Biz de aynen böyle bir sağanağın altında sırtımızda ağır bir çanta, yanlarımızda metrelerce ip asılı halde son çıkışı yapmıştık mağaradan, asla unutamam.
Üniversite hayatımda yaptığım en anlamlı şey bir öğrenci kulübüne katılmaktı. Biraz tesadüf, biraz da doğa sporlarına olan ilgimle 1. sınıftayken mağaracılığa başlamıştım. 4 sene de aktif olarak devam ettim, neredeyse bütün faaliyetlerine katıldım. Tabi özellikle doğa sporları üzerine bir kulüpte kurulan arkadaşlıklar mezun olmakla son bulmuyor, 4 sene boyunca güven üzerine kurduğun, hayatını emanet ettiğin arkadaşlarınla mezuniyetten sonra da ayrı şehirlerde de olsan görüşmeye devam ediyorsun. Özellikle kulüpte uğraştığın iş de mağaracılık gibi hobi seviyesinde değil tutku seviyesinde yapılıyorsa kopmak imkansız hale geliyor. Ben de 2004’te okuldan mezun olup memlekete döndükten sonra Ağustos’ta yapılacak yaz faaliyetini iple çeker olmuştum.



O yaz daha önce de birkaç sefer gidilen Ödemiş Subatanı’na gidilecekti. Oraya daha önce bir kaç faaliyet düzenlenmiş fakat bazı seneler ekibin yetersizliği, bazı seneler koşulların uygun olmaması nedeniyle mağaranın sonuna kadar inilememişti, belli noktalardan dönülmek zorunda kalınmıştı. Mağara 160 m. derinliğinde, -100 m.den sonra göllerin başladığı, yazın bile etrafta sulanan patates tarlalarıyla aktif olarak su girişinin olduğu bir mağaraydı. Çok sayıda, uzunlu, kısalı, zorlu kolaylı inişleri, bolt geçişleri, gölleri, botla göl geçişleri ile zorlu ve derin bir mağaraydı. Giren kişilere fazlasıyla tecrübe kazandırıyordu. Ödemiş Subatanı’na ilk defa mağaracılığımın 3. senesinde girmiştim ve rahatlıkla mağaracılık tarihimi Ödemişten önce ve sonra diye ikiye ayırabilirim. 




Neyse işte, bu sene artık mağaranın sonunu görmek istiyorduk, özellikle bir önceki sene -140’a kadar inilip zaman yetersizliğinden geri dönülmesi artık mağaranın bitirilmesini öncelikli amaç haline getirmişti.

Önceki sene -140 m.ye kadar 3 kişi inmiş, yukarıdaki ekiple (mağaranın toplanması için yardıma gelecek ekip) buluşma saatine yetişmek gerektiği için daha fazla inememiş, geri dönmek zorunda kalmıştık. “Geri döneceğin yeri iyi bilmek gerek” mağaracılıkta önemli bir sözdür. Çünkü çıkış işi inişten çok daha zaman alıcı ve yorucudur. Geçen sene döneceğimiz yeri bilmiştik ama yine de insana koyuyor sona o kadar yaklaşmışken geri dönmek. İçimizden bir şeyleri orada bırakarak çıkışa geçmiştik mecburen.




Bu sene ekip inmek için yeterliydi. Yapılan plana göre ben toplama ekibindeydim. Bu seneki planda bir ekip mağaraya girecek, sonuna kadar sistemi döşeyecek, ertesi gün de diğer bir ekip yine sona kadar inecek ve sistemi geri toplayarak çıkacaktı. Bu arada sistem dediğim şeyden kısaca bahsedeyim. Dikey mağaralara inebilmek için mağara içindeki kayalardan perlonla ya da mağara duvarına çakılan boltla bağlantı noktaları oluşturularak ve bu bağlantı noktalarına karabinalarla ip bağlanarak bir sistem oluşturulur. Üzerinize kuşandığınız mağaracılığa özel teknik malzemelerle de bu sisteme bağlanarak Tek İp Tekniği (Single Rope Technique – SRT) denilen bir teknikle iniş ve çıkış gerçekleştirilir.








Plan bir ekibin sona kadar sistemi döşemesi ve çıkması diğer ekibin de yine dibe kadar inip sistemi toplayarak çıkması şeklindeydi ama mağarada her şey dışarıda planlandığı gibi gerçekleşmiyor. Döşeme ekibi 5 kişi inmişti. -100 m.de başlayan ve basamaklı şekilde ardı ardına devam eden göllerden ancak botla geçilebiliyordu. Bota da bir seferde 2 kişi binebiliyordu. Çoğu gölün başında ve sonunda da ancak bir kişinin bekleyebileceği kadar yer vardı. Dolayısıyla göller başladıktan sonra tek botla ancak 3 kişi devam edebiliyordu. Daha fazla kişinin devam etmesi hem bekleyecek yerin kısıtlı olmasından hem de botun çok sefer yapacağından, zaman kısıtından dolayı rasyonel değildi. 3 kişinin bile -100 m.den sonra devam etmesi saatler alıyordu. Dolayısıyla devam edecek 3 kişinin burada bir karar vermesi gerekiyordu. Ya 2 kişiyi -100 m.de bırakarak devam edecekler, ya da hep beraber çıkışa geçeceklerdi. Bu 2 kişi yeterli tecrübeye sahip olmadığı için kendi başlarına çıkmaları da istenmemişti. Mağara içinde hareketsiz beklemek de ısı kaybına neden olduğundan çıkışa karar verilmişti. Yani plan bu şekilde değişmişti, mağara -100 m.ye kadar döşenmişti.





İş ertesi gün girecek 2. ekibe yani bize kalmıştı. Bizim ekipte de 3’ü deneyimli 8 kişi vardı. Mağaraya girerken de iki amacımız vardı. Hem deneyimsiz kişileri mağarada belli bir derinliğe kadar indirerek deneyim kazandırmak, hem de mağaranın dibini görmek. Mağaranın girişine geldiğimizde su girişi olduğunu gördük, ilk inişte ıslanacağız demekti bu da. Biz mağarada uzun süre kalacağımız için de içeride ıslak olmak büyük problemdi. Dolayısıyla dibe kadar inecek 3 kişi yanımıza yedek kıyafetler aldık. Daha sonrada ıslak kıyafetleri mağarada değiştirip çıkan bir ekiple gönderdik. Bizim ekipten 3 kişiyi -60 m.ye kadar indirdikten sonra geri gönderdik, 2 kişiyi de -120’ye kadar indirip geri gönderdik. Bu bize zaman kaybettirdiyse de herkesin mağaraya girmesi ve tecrübe kazanması açısından başka çare yoktu. -120’den sonra 3 kişi kalmıştık. Aynen geçen seneki -140’dan dönen ekip. Ben, Ümit ve Necmi. Geçen sene döndüğümüz noktaya geldiğimizde sanki mağara bir sene boyunca bizi beklemiş gibiydi, değişen hiçbir şey yoktu, ben de geçen seneden beri o anı bekliyordum. -140 m.den sonra uzun bir iniş var, yukarıdaki gölden dökülen sular adeta bir şelale gibi. Oradan inerken de mecburen ıslandık.

Mağara hala devam ediyordu sağa, aşağı doğru. Orada Ümit 2 bolt çaktı, bu da yaklaşık yarım saat sürdü. Yarım saat boyunca ıslak halde hareketsiz beklemek, hele de mağaranın soğuk ve nemli ortamında berbat bir şey. Bir yandan da saatlerce mağarada olmanın verdiği yorgunluk. Orada uyumamak için kendimi zor tuttum. Hipotermiye böyle giriliyor herhalde, o kadar üşüyorsun ama yinede kendini uyumaktan alıkoyamıyorsun. Bolt çakma olayı da bittikten sonra Ümit inişe geçti ve kısa bir inişten sonra aşağıda yine bir gölün olduğunu söyledi. Biz mağaranın bitmesini beklerken mağara bizi hala zorluyordu. Hem zamanımız daralmıştı hem de enerjimiz. Yukarıya çıkacağımız vakti söylediğimiz bir saat vardı, dediğimiz saatte yukarıda olmalıydık, yoksa bir ekip (bizim başımıza bir kaza gelmiş olma ihtimaline karşı) kurtarmaya girecekti. Bu arada mağaradayken dışarı ile iletişim kurmak mümkün değil. -160 m. derinlik kısa bir mesafeymiş gibi gelebilir ama bu derinliğe inmek için yatayda aldığınız mesafenin çok daha fazla olduğunu ve mağaranın sürekli yön değiştirdiğini yer yer daralıp genişlediğini de düşünürseniz ilk 20 m.den sonra içeriye dışardan ne gün ışığının ne de sesin giremeyeceğini tahmin edersiniz. Çıkış süremizi, üstelik malzemeyi de toplayarak çıkacağımızı düşündüğümüzde zamanımız epey daralmıştı yani. Aşağıda yeniden bir gölün çıkması işimizi bozmuştu, çünkü normal şartlarda gölü geçmek için kullandığımız bot yukardaydı, yukarı çıkıp botu indirmek hem yorucu hem de zaman kaybettirici olacaktı. Yoksa bu sefer sona daha da yaklaşmışken yine mi geri dönmek zorunda kalacaktık. Ümit geri çıktı, zaten kısa bir inişti. Ben inip baktım, ip doğrudan göle iniyordu, ama gölün arkasından da mağara devam ediyordu. Sonunda yandaki kayalara da tutunarak gölün yanındaki kayaya geçmeyi becerdim. Kendimi emniyetli bir noktaya alıp ipten çıktım. Oradan devamında mağara bitiyordu zaten, gölden sonra mağaranın son noktasıydı. Yıllardır suların mağara içine sürüklediği her şey burada birikmişti, traktör, kamyon lastiği, çalılar, odunlar, kum. Neyse sonunda mağaranın dibine ulaşmıştık. Şimdi acilen çıkmamız gerekiyordu.

Asıl olay bundan sonra başlıyordu. Hem çıkışın daha zor olması, üstelik bir de malzemelerin toplanması ve çıkışa doğru yaklaştıkça da taşıdığınız malzemenin artması. Normalde buraya kadar döşenmiş malzemeyi 5 kişi taşıyordu. İlk döşeme ekibi 5 kişiyle indirmişti bu malzemeleri. Ama biz 3 kişi çıkarmak zorundaydık. Üstelik bir de mağaranın içinde ıslanmış malzemeler, ipler daha da ağırlaşmıştı. Bunları çıkarmak da insanüstü bir çaba, enerjinin son damlasına kadar kullanımını gerektiriyordu. Mağaraya gireli de 12 saatten fazla olmuştu. Ama mağaracılığın gerçeği de buydu işte, “yeter ben oynamıyorum” diyemiyordun, mecburen dışarı çıkmak zorundaydın, bu da çok fazla çaba gerektiriyordu.

-100 m.ye geldiğimizde sırtımızdaki çantalar çoktan dolmuştu, bundan sonrasındaki malzemeleri, ipleri, karabinaları yanlarımıza asacaktık. Sona doğru yaklaştığımızda sırtımızda ağır bir çanta, her iki yanımızda da asılı kangal yapılmış metrelerce ipler, karabinalar, kulaklar. Çıkışa bir türlü gelemiyorduk ama. Oradaki zorluğu ne kadar anlatsam azdır, yaşamayan bilmez. Zaten o anı yaşarken ben de sadece “Benim burada ne işim var” diye düşünüyordum, yumarı her kaldırışımda küfrediyordum. Neyse ki yanıma bolca çikolata almıştım, enerji verici şeylere çok ihtiyaç oluyor. Islaklık, üşüme, yorgunluk, ağırlık. Artık en son çıkışa geldiğimizde yukarıdan deliler gibi su geliyordu. Gücümüzü son zerresine kadar harcamıştık, bana o halde yeryüzünde hiç kimse bir iş yaptıramazdı, ama gel gör ki yerin altındaydık ve yeryüzüne çıkmamız gerekiyordu. Necmi ve Ümit ilk sen çık dediler. Son çıkışa başladım, yukarıdan su sağanak yağmur gibi, şelale gibi geliyordu. Girerken de su vardı fakat şu anki kat be kat fazlasıydı. Buz gibi su baretime, yüzüme çarpıyor, botumun içine doluyordu. Islanmadık hiçbir yerim kalmamıştı. Çıkarken, son enerjimi kullanmama rağmen dibe kadar inmiş olmanın mutluluğuyla gözyaşım da akan suya karışıyordu. Çıkışın sonuna geldiğimde karşımda dört kişiyi heyecanla beklerken bulmak beni daha da duygulandırdı. Tek kelime bile edemedim, sadece sırtımdaki çantayı yan taraflarımda asılı olan ipleri, karabinaları, kulakları emniyet kemerimden çıkarmalarını seyrettim. Konuşmayıp sadece insanların yüzlerine bakabildim. Fazla beklemeden yavaş yavaş mağaradan çıktım.



Hava aydınlıktı. Biz mağaraya cumartesi öğlen 2 gibi girmiştik. Ben mağaradan çıktığımda da pazar sabah saat yaklaşık 7 idi. Yani 17 saate yaklaşık bir süre mağarada kalmıştık, akşamı ve geceyi tamamen mağarada geçirmiştik. Kamp yerine geldiğimde birkaç arkadaş ateşin başında bekliyordu. Çıktığımda inanılmaz yorgundum, her tarafım ağrıyordu, göğüs perlonu ve sırtımdaki çanta omuzlarımı kesmişti, neredeyse bütün kaslarım ağrıyordu. Benden yaklaşık yarım saat sonra da Necmi Ümit ve diğerleri geldi.

Kahvaltıya kadar yaklaşık 1 saat uyuyup kalktığımda ağrılarımı daha iyi hissedebiliyordum. Ellerim, parmaklarım şişmişti, oynatmakta zorlanıyordum, birçok yerimde çizikler ve çürükler vardı. Zor olmuştu, özellikle bütün malzemeyi üç kişi çıkarması ama yerin dibine inip çıkmaktan çok memnundum. Mağaranın zevkine çıktıktan sonra varırsın derler ya işte aynen öyleydi. Mağaranın içindeyken zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor, sürekli de hareket halinde olunduğu için olayın tam zevkine varılamıyor. Çıkış çok yoruyor ve küfrettiriyor. Ama en sona gelip de özellikle gündüzse gün ışığını görmek (gece çıkmak da ayrı bir güzeldir), sonra da mağaradan çıkmak adeta yeniden doğmak gibi. Ne kadar yorgun olsan da, her tarafın ağrısa da zor bişeyleri başarmanın ve hayatın kıymetini anlamanın vermiş olduğu zevk bambaşka.



Gaziosmanpaşa Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü Genç İşletme ve Ekonomi Dergisi 2006 Mayıs sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: